1. sayfa (Toplam 1 sayfa)

enteresan yazılar....

Gönderilme zamanı: 01 Kas 2007, 15:52
gönderen lady çınar
Bir dahaki sefer ellerinizi yıkarken suyun sıcaklığı
tam istediğiniz gibi değilse eskiden İngiltere'de bu
işlerin nasıl yapıldığını düşünün.
1500 lerde İngilterede işler şöyle yapılıyordu:
İnsanların çoğu Haziranda evleniyordu Çünkü senelik
banyolarını Mayıs ayında yapıyorlar, Haziranda hala
çok kötü kokmuyorlardı. Ama yine de kokmaya
başladıkları için gelinler vücutlarından çıkan kokuyu
bastırmak amacıyla ellerinde bir buket çiçek
taşıyordu.


Banyolar içi sıcak suyla doldurulmuş büyük bir fıçıdan
meydana geliyordu. Evin erkeği temiz suyla yıkanma
imtiyazına sahipti. Ondan sonra oğulları ve diğer
erkekler, daha sonra kadınlar, sonra çocuklar ve en
son olarak da bebekler aynı suda yıkanıyordu. Bu
esnada su o kadar kirli hale geliyordu ki içinde
gerçekten bir şeyleri kaybetmek mümkündü.
Ingilizcedeki banyo suyuyla birlikte bebeği de
atmayın? (Don t throw the baby out with the bath
water) deyimi buradan gelmektedir.
Evlerin çatıları üst üste yığılmış kamıştan yapılıyor,
kamışların altında tahta bulunmuyordu. Burası
hayvanların ısınabilecekleri tek yer olduğu için bütün
kediler, köpekler ve diğer küçük hayvanlar (fareler,
böcekler) çatıda yaşıyordu. Yağmur yağdığı zaman çatı
kayganlaşıyor ve bazen hayvanlar kayarak çatıdan aşağı
düşüyordu. İngilizcedeki kedi-köpek yağıyor (It s
raining cats and dogs) deyimi buradan gelmektedir.
Yukarıdan evin içine düşen şeyleri engelleyecek hiçbir
şey yoktu. Böceklerin ve buna benzer nesnelerin
yatakların içine düşmesi büyük bir sıkıntı
oluşturuyordu. Etrafında yüksek direkler ve üstünde
örtü bulunan İngiliz usulü yataklar buradan
gelmektedir.
Zemin topraktı. Sadece zenginlerin zemini topraktan
başka bir şeyden yapılmıştı. Toprak kadar fakir (dirt
poor) tabiri buradan çıkmıştır. Zenginlerin ahşaptan
yapılmış zeminleri vardı. Bunlar kışın ıslandığı zaman
kayganlaşıyordu. Bunu önlemek için yere saman (thresh)
seriyorlardı. Kış boyunca saman sermeye devam
ediliyordu. Bir zaman geliyordu ki kapı
açılınca saman dışarıya taşıyordu. Buna mani olmak
üzere kapının altına bir tahta parçası konuyordu ki
bunun adı thresh hold (saman tutan; Türkçesi eşik)
idi.
Yemek pişirme işlemi her zaman ateşin üzerine asılı
durumdaki büyük bir kazanın içinde yapılıyordu. Her
gün ateş yakılıyor ve kazana bir şeyler ilave
ediliyordu. Çoğu zaman sebze yeniyor, et pek
bulunmuyordu. Akşam yahni yenirse artıklar kazanda
bırakılıyor, gece boyunca soğuyan yemek ertesi gün
tekrar ısıtılarak yenmeye devam ediliyordu. Bazen bu
yahni çok uzun süre kazanda kalıyordu. Bezelye lapası
sıcak, bezelye lapası soğuk, kazandaki bezelye lapası
dokuz günlük (peas porridge hot, peas porridge cold,
peas porridge in the pot nine days old) tekerlemesinin
menşei budur. Bazen domuz eti buluyorlar o zaman çok
seviniyorlardı. Eve ziyaretçi gelirse domuz etlerini
asarak onlara gösteriş yapıyorlardı. Birisinin eve
domuz eti getirmesi zenginlik işaretiydi. Bu etten
küçük bir parça keserek misafirleriyle oturup
paylaşıyorlardı. Buna yağ çiğnemek (chew the fat) adı
veriliyordu.
Parası olanlar kalay-kurşun alaşımından yapılmış
tabaklar alabiliyordu. Asidi yüksek olan yiyecekler
kurşunu çözerek yemeğe karışmasına sebep oluyor,
böylece gıda zehirlenmelerine ve ölüme yol açıyordu.
Domatesler buna sık sık sebep olduğu için bunda
sonraki yaklaşık 400 yıl boyunca domateslerin zehirli
olduğu düşünülmüştü. Çoğu insanın kalay-kurşun
alaşımından yapılmış tabakları yoktu. Onun yerine
tahta tabaklar kullanıyorlardı. Çoğu zaman bu tabaklar
bayat ekmekten yapılıyordu. Ekmekler o kadar bayat ve
sertti ki uzun zaman kullanılabiliyordu. Bunlar hiçbir
zaman yıkanmadığı için içinde kurtlar ve küfler
oluşuyordu. Kurtlu ve küflü tabaklardan yemek yiyen
insanların ağızlarında tabak ağzı (trench
mouth) denen hastalık ortaya çıkıyordu.
Ekmek itibara göre bölüşülüyordu. İşçiler yanık olan
alt kabuğu, aile orta kısmı, misafirler de üst kabuğu
alırdı. Bira ve viski içmek için kurşun kadehler
kullanılıyordu. Bu bileşim insanları bazen birkaç gün
şuursuz vaziyette tutabiliyordu. Yoldan geçen insanlar
bunların öldüğünü sanıp defnetmek için hazırlık
yapıyordu. Bunlar birkaç gün süreyle mutfak masasının
üstüne yatırılıyor¸ aile etrafına toplanıp
yiyip-içerek uyanıp uyanmayacağına bakıyordu. Buna
uyanma nöbeti deniyordu.
Ingiltere eski ve küçük bir yerdi, insanlar ölülerini
gömecek yer bulamamaya başlamıştı. Bunun için
mezarları kazıp tabutları çıkarıyor, kemikleri bir
kemik evine **ürüyor ve mezarı yeniden
kullanıyorlardı. Tabutlar açıldığında her 25 tabutun
birinde iç tarafta kazıntı izleri olduğu görüldü.
Böylece insanların diri diri gömüldüğü ortaya çıktı.
Buna
çözüm olarak cesetlerin bileklerine bir ip bağlayıp bu
ipi tabuttan dışarıya taşıyarak bir çana bağladılar.
Bir kişi bütün gece boyu mezarlıkta oturup zili
dinlerdi. Buna mezarlık nöbeti graveyard shift
denirdi.
Bazıları zil sayesinde kurtulur (saved by the bell)
bazıları da ölü zilci (dead ringer) olurdu.
Gerçekler bunlar. Kim demiş tarih sıkıcıdır diye.
--
A. Alp Mumcu

Gönderilme zamanı: 01 Kas 2007, 15:55
gönderen lady çınar
İnternetin hayatımıza girişiyle birlikte en sık kullandığımız işaret oldu.
Amatör kullanıcılar, şirketler, ünlüler, politikacılar hemen hemen herkes
bir e-mail adresi alarak isminin arkasına "@" işaretini yerleştirdi. "@",
modernliğin, hızın, internete bağlı olmanın sembolü oldu. Peki bizim
İngilizce'den çevirerek "at sign- at işareti" dediğimiz bu sembolün
neredeyse 500 yıllık bir tarihi olduğunu biliyor muydunuz?
Daha eskilere gitmeden önce "@" işaretinin yakın tarihine bakmakta fayda
var. "@", e-mail adresinin bir parçası olarak ilk kez 1971 yılında Ray
Tomlinson tarafından kullanıldı. Bilgisayar mühendisi Tomlinson kendisine
gönderdiği ilk eletronik mesajı kısaca ifade etmek için "@" işaretini seçti.
Peki neden "@"?


"Klavyede kimsenin adında kullanılmayan ve karışıklığa yol açmayacak bir
işaret aradım" diyen Ray Tomlinson "@" işaretini bu yüzden kullandığını
belirtiyor.
İLK KEŞİŞLER Mİ KULLANDI?
Peki bu işaret bilgisayar klavyelerinde nasıl kullanılmaya başlandı?
Dilbilimciler bu noktada ikiye ayrılıyor. Bazılarına göre ilk olarak
Ortaçağın başlarında el yazmaları üzerinde çalışan keşişler tarafından
kullanıldı. Keşişlerin "@" işareti, "içinde", "tarafına doğru", "yanında"
anlamlarına gelen Latince kelime "ad"i temsil ediyordu.
Aslında dilbilimcilerin büyük bir çoğunluğu "@" işaretinin daha yakın bir
tarihe, 18. yüzyıla ait bir buluş olduğunu düşünüyor. Uzmanlara göre "@", o
tarihte birim başına verilen fiyatı temsil eden ticari bir semboldü. "5 elma
@ 10 peni" denildiğinde, 5 elmalık bir birimin 10 peniye satıldığı ifade
ediliyordu.
500 YILLIK GEÇMİŞ
Ancak geçen Temmuz ayında İtalyan bir araştırmacı 14. yüzyıla ait bazı
ticari Venedik belgelerinde belirgin bir şekilde "@" işaretinin
kullanıldığını ortaya çıkardı. Bu belgelerde işaret "anfora" ya da "küp"ü
sembolize eden bir miktar ölçüsü olarak kullanılıyordu. Giorgio Stabile adlı
araştırmacı ayrıca 1492 tarihli bir Latince-İspanyolca sözlükte "anfora"nın
bir ağırlık ölçüsü olan "arroba"ya çevrildiğini keşfetti. Bunların sonucunda
"@" işareti "ticari a" olarak 1885'te, yazı makinelerinin ilk örneği olan
Underwood'un klavyesindeki yerini aldı. O tarihten yaklaşık 80 yıl sonra da
bilgisayar klavyelerine e-mail işareti olarak geçiş yaptı.
Bugünlerde "@" işareti ile ilgili olarak en büyük problem okunuşunda
yaşanıyor. Evrensel bir işaret haline gelen işaretin ortak bir adı yok.
İspanyollar, Portekizliler tarihten gelen anlamıyla "arroba" derken,
Fransızlar bunu biraz değiştirerek "arobase" diyorlar. Amerikalı ve
İngilizler ise "at-sign" (at işareti)ni tercih ediyor. Almanlar "at
Zeiczhen", Japonlar ise "atto maak" diyor. Türkçe'de ise pek yaygın bir
kullanımı olmamakla birlikte "@" işareti "güzel a" olarak tanımlanıyor.
Ancak en sık kullanılan ifade İngilizce'den çevrilen "at işareti"...
HANGİ HAYVANA BENZİYOR ?
Ucu kıvrık bir a harfi olan "@", bazı ülkelerde farklı hayvanlara da
benzetiliyor. Almanlar, Hollandalılar, Macarlar ve Güney Afrikalılar "@"
işaretini "maymun kuyruğu"na benzetirken, Fransızlar "salyangoz"a,
Danimarkalılar "fil hortumu"na, Norveçliler "domuz kuyruğu"na, Çinliler
"küçük bir fare"ye, Ruslar da "köpeğe" benzetiyor. Finlandiya'lılar ise "@"
işaretini "kıvrılmış uyuyan küçük bir kedi" olarak görüyor.

Gönderilme zamanı: 01 Kas 2007, 15:56
gönderen lady çınar
Birinci ve de en önemli ders;


Okuldaki ikinci ayımda, hocamız test sorularını dağıttı. Ben okulun en iyi
öğrencilerinden biriydim. Son soruya kadar soluk almadan geldim ve orada
çakıldım kaldım. Son soru şöyleydi:


"Her gün okulu temizleyen hademe kadının adı nedir?.."

Bu herhalde bir çeşit şaka olmalıydı. Kadını yerleri silerken hemen her gün görüyordum. Uzun boylu, siyah saçlı bir kadındı. 50'lerinde falan olmalıydı. Ama adını nereden bilecektim ki!.Son soruyu yanıtsız bırakıp kağıdı teslim ettim. Süre biterken bir öğrenci, son sorunun test sonuçlarına dahil olup olmadığını sordu.

"Tabii dahil" dedi, hocamız.. "İş yaşamınız boyunca insanlarla karşılaşacaksınız. Hepsi birbirinden farklı insanlar. Ama hepsi sizin ilginiz ve dikkatinizi hakkeden insanlar bunlar. Onlara sadece gülümsemeniz ve `Merhaba' demeniz gerekse bile.."


Bu dersi hayatim boyunca unutmadım. O hademenin adı da Dorothy idi.
_____________________________
İkinci önemli ders;
Yağmurda otostop!..
Bir gece vakit gece yarısına doğru, Alabama otoyolunun kenarında duran bir zenci kadın gördüm. Bardaktan boşanırcasına yağan yağmura rağmen, bozulan arabasının dışında duruyor ve dikkati çekmeye çalışıyordu. Gecen her arabaya el sallıyordu. Yanında durdum. 60'li yıllarda bir beyazın bir zenciye, hem de Alabama'da yardıma kalkışması pek olağan şeylerden değildi. Onu kente kadar götürdüm. Bir taksi durağına bıraktım. Ayrılırken ille de adresimi istedi Verdim. Bir hafta sonra kapım calindi. Muazzam bir konsol televizyon indiriyordu adamlar. Bir de not ekliydi, armağanda;

"Gecen gece otoyolda bana yardımınıza teşekkür ederim. O korkunç yağmur sadece elbiselerimi değil, ruhumu da sırılsıklam etmişti. Kendime güvenimi yitirmek üzereydim, siz çıkageldiniz. Sizin
sayenizde ölmekte olan kocamın yatağının baş ucuna zamanında ulaşmayı basardım. Biraz sonra son nefesini verdi.
Tanrı bana yardim eden sizi ve başkalarına karşılık beklemeksizin yardim eden herkesi kutsasın!..


En iyi dileklerimle, Bayan Nat King Cole


________________________
Üçüncü önemli ders..
Size hizmet edenleri hep hatırlayın..


Bir pastanın üç-otuz paraya satıldığı günlerde 10 yasinda bir çocuk pastaneye girdi. Garson kız hemen koştu. Çocuk sordu:


-"Çukulatalı pasta kaç para?.."
-"50 cent!.." Çocuk cebinden çıkardığı bozukları saydı. Bir daha sordu:
-"Peki dondurma ne kadar.."
-"35 cent" dedi garson kız sabırsızlıkla..Dükkanda yığınla müşteri vardı ve kız hepsine tek basına koşuşturuyordu. Bu çocukla daha ne kadar vakit geçirebilirdi ki. Çocuk parasını bir daha saydı;


-"Bir dondurma alabilir miyim lütfen" dedi. Kız dondurmayı getirdi. Fişi tabağın kenarına koydu ve öteki masaya koştu. Çocuk dondurmasını bitirdi. Fişi kasaya ödedi. Garson kız masayı temizlemek üzere geldiğinde, gözleri doldu birden. Masayı sanki akan yaşlar temizleyecekti. Boş dondurma tabağının yanında çocuğun bıraktığı 15 cent'lik bahşiş duruyordu.....

_______________________
Dördüncü önemli ders..
Yolumuzdaki engeller..
Eski zamanlarda bir kral, saraya gelen yolun üzerine kocaman bir kaya koydurmuş, kendisi de pencereye oturmuştu. Bakalım neler olacaktı?. Ülkenin en zengin tüccarları, en güçlü kervancıları, saray görevlileri birer birer geldiler, sabahtan öğlene kadar. Hepsi kayanın etrafından dolaşıp saraya girdiler. Pek çoğu kralı yüksek sesle eleştirdi. Halkından bu kadar vergi alıyor, ama yolları temiz tutamıyordu. Sonunda bir köylü çıkageldi. Saraya meyve ve sebze getiriyordu. Sırtındaki küfeyi yere indirdi, iki eli ile kayaya sarıldı ve ıkına sıkına itmeye başladı. Sonunda kan ter içinde kaldı ama, kayayı da yolun kenarına çekti. Tam küfesini yeniden sırtına almak üzereydi ki, kayanın eski yerinde bir kesenin durduğunu gördü. Açtı.. Kese altın doluydu. Bir de kralın notu vardı içinde..

-"Bu altınlar kayayı yoldan çeken kişiye aittir" diyordu kral. Köylü, bugün dahi pek çoğumuzun farkında olmadığı bir ders almıştı.

-"Her engel, yasam koşullarınızı daha iyileştirecek bir fırsattır.".

______________________________

Besinci önemli ders..


Önemli olan vermektir..


Yıllar önce hastanede çalışırken, ağır hasta bir kız getirdiler. Tek yasam şansı beş yaşındaki kardeşinden acil kan nakli idi. Küçük oğlan ayni hastalıktan mucizevi şekilde kurtulmuş ve kanında o hastalığın mikroplarını yok eden bağışıklık oluşmuştu. Doktor durumu beş yaşındaki oğlana anlattı ve ablasına kan verip vermeyeceğini sordu. Küçük çocuk bir an duraksadı. Sonra derin bir nefes aldı ve
-"Eğer kurtulacaksa, veririm kanımı" dedi. Kan nakli ilerlerken sordu:
-"Peki, ben ne zaman öleceğim?"
Ablasını yaşatırken, kendisinin öleceğini zannetmiş, buna rağmen kanını vermeyi kabul etmişti.